17 Kasım 2009 Salı

Çek Cumhuriyeti - Karlovy Vary, Prag, Cesky Krumlov













Almanya'dan ayrıldıktan sonra fazla oyalanmadan Çek Cumhuriyeti sınırlarına girdik. Kötülemek istemem keza durum bizim ülkemizde de malesef çok farklı değil: Bir anda görüntü değişiverdi; sıvaları boyaları dökülmüş, bakımsızlıktan yorgun düşmüş, oldukları yere yıkılıverecekmiş izlenimi veren sağlı sollu sıralanmış eski binalar selamladı bizi.

Çek Cumhuriyeti Avrupa Birliğine girdikten sonra, artık hiç bir bekçisi kalmamış gümrük kapılarından elimizi kolumuzu sallayarak geçtikten hemen sonra, yol kenarlarına sıralanmış, geceyi nerde sabahlayacağı önünde duracak arabanın içerisindekiler tarafından belirlenecek olan kadınlar gülümsüyorlardı yüzümüze, belki dururuz ümidiyle...


Üzerlerinde onca yıl kim bilir kaç ton ağırlık taşıdığı bilinmeyen yollardaki çatlaklar ve çukurlar, bu ülkenin insanının hayatındaki ağırlığı anlatır gibiydiler. Binaların hüznünü, yolların yorgunluğunu anlamak zor değil de; gümrük kapısını geçer geçmez bir anda değişen bitki örtüsüne anlam vermek kolay olmadı. Hemen 100m. geride Almanya'nın yeşilinden bıçak sırtı gibi ayrılan, sararmış solmuş unutulmuş bir örtü...



Herkeslerin anlatıp da bitiremediği Prag'ı bir anca görme heyecanıyla ilerledik Çek Cumhuriyeti'nin yorgun yollarında.









Akşamüstü ilk durak olarak Karlovy Vary'ye vardık. Daha önce okuduğumuz kadarıyla pasta dilimlerine benzer rengarenk binalarıyla ve aynı zamanda sıcak su kaynaklarıyla meşhurdu bu şehir. Şehir merkezinde şöyle bir dolanıp, daha evvel Atatürk'ün de ziyaret ettiği ve keyfini sürdüğü Karlovy Vary'nin sıcak suyundan, bir de biz nasiplenelim dedik. Üst soldaki ilk fotoğrafta görünen geleneksel kupalardan içmek adettenmiş bu şifalı suyu. İtiraf ediyorum, cimrilik edip adam başı 10 euro vermedik, bu kupalardan da almadık ve çeşmeden içtik biz suyumuzu... :)




Sonra da bir yerde oturup afiyetle yemeğimizi yedikten sonra, Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'a doğru koyulduk yola.




Milletin anlatıp da bitiremediği kadar varmış Prag, demekten başka söz bulamıyorum bu şehri betimlemek için. Hatta söylendiğine göre Hitler bile kıyamamış ve bombalarından esirgemiştir UNESCO'nun dünya mirası listesine almaya layık gördüğü bu güzelim şehri.

Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda yürürken, orta çağ masal kahramanlarından biriymiş gibi hissetmemek ne mümkün bu köprüler kentinde... Bu hissi sanırım en son İngiltere'nin köy ve kasabalarında gezerken yaşamıştım. Uzun zamandan sonra aynı keyfe ulaşmak hücrelerimi yeniledi resmen. Bu şehirdeki vıcık vıcık turist kalabalığını bile sevdim. O daracık sokaklarda kalabalıktan dolayı ilerleyebilmek ne denli güçleştiyse, o denli etrafa daha dikkatli baktım. Mazallah adımlarımıza dikkat etmez de hızlıca geçer gideriz, kaçırırız bir detayı diye korkmamıza hiç mi hiç gerek kalmadı :) Hele ki Ağustos gibi bir ayda görmeye kalkarsa insan bu kenti, hızlı ilerleme ihtimali neredeyse hiç kalmıyor ...:)














Pek çok turist gibi, ilk olarak aşağıda soldaki astronomik saati görmeyi turistik bir görev edindik kendimize. Her saat başı, civardaki hiç bir turistin kaçırmak istemediği ve saatin etrafında hiç bir santimetrekareyi boş bırakmayacak şekilde toplanıp bir şölen haline dönüştürdükleri (bkz. alttaki diğer iki fotoğraf) önemli aktivitede, tabi ki biz de ön saflarda bulunarak yerimizi aldık :) Ha bu kadar insanın toplanmasını gerektirecek önemli aktivite ne miydi? Hani çizgi filmlerde de olurdu ya, duvar saatlerinden bir kuş çıkar ve saat kaç ise o kadar sayıda "cik cik" diye öter... Bir horoz çıkıyor ve saati haber veriyor, olay bu! Ama ve lakin keyifli miydi? Kesinlikle!.. :)

Şu anda turistlerin eğlencesi haline gelmiş bu saat, aslında 15. yüzyılda Charles Üniversitesindeki bir matematikçi ve astronomi uzmanı tarafından, Güneş'in ve Ay'ın gökyüzündeki pozisyonları referans almak ve bunun dışında pek çok astronomik detayı bulundurmak üzere tasarlanmış önemli bir bilim eseri aslında. Bir de saatin üzerindeki karakterlere dikkat çekmek isterim, sol altta: Bu dünyanın nafile olduğunu hatırlatan ve aç gözlülüğü yermek adına konulmuş karakterlerin yanı sıra, sağ ve sol altta sarıklı askerler var... Kimler mi? Tabi ki Türkler! :) Verilmek istenen mesaj açıktır diye düşünüyorum... :)

Benim tepesine çıkılması mümkün olan her gördüğüm yapıya tırmanma isteğim tabi ki bu tarihi saat kulesini görünce de depreşti ve kendimizi saatin tepesinde bulduk. Üstteki fotoğrafları kulenin tepesinden, alttakileri de kulenin içinde gördüğüm bir pencereden sarkaraktan, şansıma tam da saat başında kalabalığı yukardan yakalama şansına erişerekten çektim :) (Yandaki foto: Ruby saat kulesinin tepesinde)



















Saat kulesinden ayrıldıktan "Old Town" diye bilinen şehrin eski merkezinde afiyetle yemeğimizi yedik, gelip geçenin fotoğrafını çektik ve meşhur Charles Köprüsü'nden bir de biz geçtik. Unutmadan söyleyeyim, afiyetle yediğimiz ilk ve son yemek bu oldu Prag'da. Akşam yine afiyetle yemeğimizi yiyelim keyif yapalım diye bir restorana oturduk ancak, yanımızdaki Amerikalı aile fena halde kazıklanınca, aynı duruma düşme endişesiyle kalktık ve aç kalma tehlikesiyle karşılaştığımız her durumda yaptığımız gibi -özellikle bunu Tayland'da oldukça fazla yapmak zorunda kalmıştık- hazır yemek sektörüne sığındık :) Prag ziyaretçilerini ufak bir uyarıda daha bulunayım: Henüz "euro" kullanımı o kadar yaygın değil Çek Cumhuriyeti'nde. Dolayısıyla her köşe başında para bozdurmak için ofisler bulunuyor ancak, her biri farklı bir kurdan bozuyor parayı. Şehir merkezinden ne dakar uzaklaşırsanız, paranız o kadar değer kazanıyor...:)

Her gittiğim Avrupa şehrinde hayran kalırım sokak sanatçılarına ve her birinde illaki sokakları bir sanat galerisine ya da açık hava konserine çeviren birilerinin olması keyifle kıskançlık karışımı bir duyguya sebep olur bende. Ve bir de hep içimi acıtır bizde bu kültürün çok az olması ya da yeterince keyif vermemesi. İlk Berlin'de kapılmıştım bu hisse, sonra Londra'da derinden yaşadım bu kederi, daha sonra Viyana'da ve şimdi bir de Prag'da.













Ertesi gün sabah erkenden kalkıp şehirde geri kalan tüm turistik görevlerimizi elimizden geldiğince yerine getirip, o turist kalabalığında bir Çek insanı kimdir, ne yer, ne içer, ne konuşur gibi sorularımıza Prag'da pek de fazla cevap bulamayarak, Güney'de merak ettiğimiz küçücük ve su sporlarıyla meşhur bir kasaba olan Cesky Krumlov'a doğru hareket ettik.

























(Sırasıyla: Eski Sinagog, Prag'ın meşhur kuklalarından bir örnek, Doa'cım ve turistik amaçlarla şehri gezdiren eski tarz binlerce otomobilden bir tanesi, Tarih müzesi, Prag Kale'si içerisinde St. Vitus Katedrali )

Onca yorgunluğun üstüne, Cesky Krumlov'da rafting yapan insanları izleyerek ve fotoğraflayarak biraz dinlenmeyi başardık. Sonra, bu minicik ama şirin ve şeker kasabanın aynen Prag'dakiler gibi Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında yürüdük, yine bulduğumuz en yüksek yere tırmandık ve keyiflendik, sonra da artık son durağımız olacak Macaristan'a varmadan evvel, geceyi geçirmek için Bratislava'ya doğru ilerledik...

(Fotoğraflar: Ruby)

Dachau'da Ölümü Gördüm...

"Ölümü gördüm saklambaç oynuyordu
Hep o sobeliyordu çocukları dudaklarının kıyısından
Ölümü gördüm saçlarımda saklanıyordu
Hep o tarıyordu saçlarını kırmızı bir aynada
Ölümü gördüm acıyı gördüm nefreti gördüm
Ölümü gördüm kaybolmuş yüzlerinde
Ölümü gördük tekmelerin gölgesinde
Ölümü gördük asılmış hain iplerde
Ölümü gördük lacivert ceketlerde
Ölümü gördük ölümü gördük ölümü gördük"

Umay Umay


1913 yılında tüm eşyaları yalnızca bir valizden ibaret olan Adolf Hitler adında bir adam, Viyana'dan Bavyera'nın başkenti olan Münih'e gelir. Geçimini kendisinin yaptığı resimlerle süslenmiş posta kartlarını turistlere satmakla sağlar. 1. Dünya Savaşı'nda gönüllü olarak görev alır ve sonraki yıllarda Alman İşçi Partisi'ne katılır. Nasıl oldu bilinmez, kısa bir süre sonra, 1919'da, partinin yönetimini ele geçirir ve partinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olarak değişir. Sonrasında 1923'te başaramadığını 1933'te başarır, ve ülkenin yönetimini de bir zamanlar kendi çapında ufak tefek resimler yaparak geçinen bu adam, eline geçirir ve olanlar olur...

Henüz içeri girmemiştik, sadece duvarlarını görmek bile tüylerimin diken diken olmasına yetti. Dachau... İnsanlık ayıbı, mahşer yeri, vahşet yuvası, ölüm kampı, Alman askerlerinin eğitildiği cinayet okulu, Bavyera'nın yüksek tepelerinde filizlenmiş insanı dehşete düşüren bir fikrin eyleme geçirildiği Münih yakınlarındaki ilk toplama kampı...

Nereye gittiklerini bilmeden üzerinde "Arbeit Macht Frei" (Çalışmak özgürleştirir) yazan bir kapıdan içeri tıkılan binlerce sözde "hükümlü"nün, çalışarak değil ancak sonsuzluklarına kavuşarak özgürlüğe ulaştıkları bu yerde, moralimin ne denli bozulduğunu anlatmak için sözcüklerim yetersiz kalıyor. "Neden?" diye sormaktan alamıyorum kendimi... Bir insanoğlu bir diğerine bu acımasızlığı ne düşünerek yapar?... Dünyaya kök salmak için mi? Masumun olmaz zaten de, bunu başlatanın bile bir mezar taşı dahi var mı şimdi?... Hangi taht, hangi sırça köşk içindi bunca cinayet?...

1933'te Hitler'in yönetimi ele geçirmesinden sadece birkaç hafta sonra kurulmuş, ismini içinde bulunduğu orta çağlardan kalma kasabadan almış ve ardından gelen kamplara da örnek teşkil etmiş olan bu kamp, şimdi vahşetin muhtırası niteliğinde unutturmuyor olanları. Unutturmamalı da! Varlığını sürdürdüğü zamanlarda 34 barakadan oluşan ve, bu barakalarda varlığı süresince 30'dan fazla ülkeden 200.000'den fazla "hükümlü"ye zindan hayatı yaşatan Dachau, o günlerden kalma gerçek belge, fotoğraf ve görüntülerle insanın yüreğini parçalayan bir gerçekliğe tanıklık ediyor. Kampta bir kilise ve bir sinagog, ölü bedenlerin yakıldığı bir krematoryum ve toplu cinayetler için değil de yalnızca bazı idamlar için kullanılmış bir gaz odası, bir de yaşanan trajediyi yansıtan eski tutuklu Yugoslav heykeltraş Nangor Glid tarafından 1968'de yapılan bir anıt bulunuyor (altta solda).













O günlerden şimdi yalnızca iki baraka duruyor; onlar da kampı ziyaret edenlere zamanında insanların ne denli zor şartlarda barındıklarını bir nebze anlatabilmek için aslına uygun olarak tekrar inşaa edilmiş. Savaşın doruk noktalarına ulaştığı dönemlerde, barakalarda bulunan üç katlı ranzalarda, yatak başına sekiz kişinin düştüğü, bir barakadaki insan sayısının 200 olması gerekirken bazı zamanlarda 2000'e kadar çıktığı yazıyor kamp girişinde aldığımız rehberde. İnanmak istemiyorum... (altta solda krematoryum, sağda yatakhane)














Peki kimdi bu muameleyi hak edenler? Rejim karşıtları, komünistler, sosyal demokratlar, liberal parti üyeleri, eşcilseller, papazlar, çoğunluğu oluşturan museviler, Yahova şahitleri, çingeneler... Özgürlüklerine kavuşmak için en ağır işlerde çalıştırılırlar: yol yapımı, bina yapımı ve hatta bizzat kendilerinin yakıldıkları krematoryumları bile yine kendileri yapmak zorunda kalırlar. Tıbbi deneylerde kullanılırlar, açlıktan kırılırlar, gecenin bir yarısı uykudan alınır kurşuna dizilirler, kırbaçlanırlar, kolları arkadan bağlı ağaca asılırlar, saatlerce birilerinin keyfi uğruna ayakta bekletilirler, çalışmaktan bir deri bir kemik kalırlar, salgın hastalıkların kurbanı olurlar, insanlıktan çıkmış bir grubun işkenceleriyle insanlıklarından olurlar... Nafile bir umuttur bir kısmı için "özgürlük"...

İroni odur ki, Amerika son verir bu insanın kanını donduran cinayetlere. Kampların kapatılmasını ve sorumluların insanlığa karşı suç işlemiş olmaktan yargılanmalarını sağlarlar. Kuruluşundan kapanışına kadar geçen 12 yıl boyunca 200.000'den fazla insana zindan olur Dachau, 20.000'den fazlasına da mezar. 1941'de 4000 Soyvet savaş tutsağı kurşuna dizilir, 7500 tutuklunun cansız bedenleri kömür olmadığı için yakılamaz ve kampta bir toplu mezarlığa gömülür. Savaş bittiği günlerde, kampta ölen son 1230 kişi için, "Biraz saygı" denir ve Dachau kenti yakınlarında onlar için bir mezarlık oluşturulur.

Giden gitmiştir artık, dal kırılmıştır yerinden... Dağılmış, hatta yok olmuş yüzlerce aile... Hafızalara kazınmış her çeşidinden işkence... Havada ölüm kokusu, gözlerde korku...Parçalanmış yürekler, yanmış bedenler... Artık ne çare...


(Fotoğraflar: Ruby)



3 Ekim 2009 Cumartesi

İhtişamın Başkenti - Viyana


Önce Kanuni'nin sonra da IV. Mehmet'in kuşatıp da alamadığı, yüzyıllar boyu imparatorluk başkenti olmasını şimdi de Avusturya Cumhuriyeti'nin başkenti olarak devam ettirmesinin yanı sıra, bir de Avrupa'nın önemli bir sanat ve politika başkenti olan Viyana deyince, aklıma ilk gelen şey 'ihtişam' ve orada kaldığımız her saatin ne kadar pahalıya patladığıdır. Peki değdi mi? Kesinlikle evet! (İlk fotoğraf Doa'cım tarafından çekildi ve işlendi.)


Bratislava'dan trenle sabah erken bir saatte çıktıktan yaklaşık sadece bir saat sonra Viyana'ya vardık -Küçük bir not düşeyim: Bratislava ve Viyana yeryüzündeki birbirine en yakın iki başkent, araları yalnızca 60 km-. Şehrin göbeğinde önemli caddelerden biri olan ve bizim "Aaa burası Tunalı'nın biraz büyük versiyonu" dediğimiz Mariahilfer Caddesindeki otelimize yerleştikten hemen sonra, çantaları sırtlanıp sokaklara atıverdik kendimizi. Doa'cım burada da araba kiralama derdine düşmüşken, ben ilk durak olarak Gustav Klimt'in bazı tablolarının sergilendiğini bildiğim Museumsquartier'deki Leopold müzesinde buldum kendimi. Görmeyi çok istediğim, Klimt'in belki de en önemli tablosu ve Viyana'da satılan hediyelik eşyaların neredeyse %90'ına desen olmuş "The Kiss"i burada göremeyince biraz hayal kırıklığı yaşasam da Egon Schiele adında ve tabloları hafif Klimt tadında benim için yeni bir ressamın 'cüretkar' tablolarını izleyerek keyif buldum.









Leopold müzesinden çıktıktan sonra Doa'cımla Opera Binası'nın önünde buluştuk. Uygun fiyata araba bulamadığını öğrenince, yine yaya kaldığımıza üzüldük ama Kartner Caddesi'nde daha sonra müptelası haline geldiğimiz bir pizzacıda yemeğimizi yiyip biramızı içince, hele ardından bir de sokak göstericilerini izleyip bol bol fotoğraflarını çekince "Ohh değmeyin keyfimize!" haline geldik :) (Fotoğraflar- bendeniz tarafından çekildi ve işlendi. Mola vermiş Noel Baba ve eski zaman kadınının muhabbeti ettiği en son fotoğraf favorim :) )

Yine Kartner Caddesi'nde eski zaman müzisyenleri gibi giyinmiş ve opera-bale bileti satmaya çalışan pek çok bilet satıcısından nihayet bir tanesi bildiği üç beş Türkçe kelimeyle bizi tavladı ve iki bilet satmayı başardı. Akşam 8'de başlayacak konsere kadar şehri tanıma çabalarımıza devam ettik ve bir ara kendimizi kaptırıp turistik şehir turu yapan faytonlara pan (hareketli cisimleri takip ederek fotoğraf çekme tekniği) yaparak fotoğraf çekme becerilerimizi geliştirdik :)













Şehrin belli başlı önemli yapılarını gördükten sonra her şehirde bulunan ve genelde her şehrin en ihtişamlı yapısı olan ve tabi ki Viyana'dakinin daha da bir ihtişamı olan 'Rathaus'un (belediye binası) önünde akşam yemeğimizi yedikten sonra, Doa'cığımın "Vinaya'ya geldik de operaya gitmedik dedirtmem kendime" sözlerinin akabinde biletlerini bir kese para bayılarak aldığımız konsere doğru yola koyulduk. Tabi o kadar çok gezerken otele gidip üstümüzü değiştirmeye fırsatımız olmadığı için ortamda biraz paspal kalmamızın endişesini yaşadık. Dahası, orkestra Mozart'ın o meşhur Türk Marşı'nın çaldıktan hemen sonra, Doa'cığımın milli duygularının kabarmasıyla birlikte gaza gelip ıslık çalarak ve tezahürat ederek beğenisini dile getirmesini takiben benim de gülme krizine girmemle rezilliğimiz katbekat arttı :)) (Konserden fotolar - Doa'cım)


Ertesi gün enteresan mimarisiyle ünlü Freidensreich Hundertwasser adında bir sanatçı tarafından tasarlanmış Hundertwasserhaus'u görerek güne başladık. Daha sonra Tuna kıyısında devam eden günümüz benim önceki günden kalan hayal kırıklığımı da geri de bırakarak son buldu.





Aradığım tablonun -The Kiss- prensin yazlık evi olan Belvedere Sarayı'nda olduğunu öğrenip orada dakikalarca bu tabloyu izleyerek hayal kırıklığımın yerini hayranlığa ve sevincik delisi bir ruh haline bırakmasını sağlayabildim :)

Ve yolumuza Graz ile yine yaya olarak devam ettik...