3 Ekim 2009 Cumartesi

İhtişamın Başkenti - Viyana


Önce Kanuni'nin sonra da IV. Mehmet'in kuşatıp da alamadığı, yüzyıllar boyu imparatorluk başkenti olmasını şimdi de Avusturya Cumhuriyeti'nin başkenti olarak devam ettirmesinin yanı sıra, bir de Avrupa'nın önemli bir sanat ve politika başkenti olan Viyana deyince, aklıma ilk gelen şey 'ihtişam' ve orada kaldığımız her saatin ne kadar pahalıya patladığıdır. Peki değdi mi? Kesinlikle evet! (İlk fotoğraf Doa'cım tarafından çekildi ve işlendi.)


Bratislava'dan trenle sabah erken bir saatte çıktıktan yaklaşık sadece bir saat sonra Viyana'ya vardık -Küçük bir not düşeyim: Bratislava ve Viyana yeryüzündeki birbirine en yakın iki başkent, araları yalnızca 60 km-. Şehrin göbeğinde önemli caddelerden biri olan ve bizim "Aaa burası Tunalı'nın biraz büyük versiyonu" dediğimiz Mariahilfer Caddesindeki otelimize yerleştikten hemen sonra, çantaları sırtlanıp sokaklara atıverdik kendimizi. Doa'cım burada da araba kiralama derdine düşmüşken, ben ilk durak olarak Gustav Klimt'in bazı tablolarının sergilendiğini bildiğim Museumsquartier'deki Leopold müzesinde buldum kendimi. Görmeyi çok istediğim, Klimt'in belki de en önemli tablosu ve Viyana'da satılan hediyelik eşyaların neredeyse %90'ına desen olmuş "The Kiss"i burada göremeyince biraz hayal kırıklığı yaşasam da Egon Schiele adında ve tabloları hafif Klimt tadında benim için yeni bir ressamın 'cüretkar' tablolarını izleyerek keyif buldum.









Leopold müzesinden çıktıktan sonra Doa'cımla Opera Binası'nın önünde buluştuk. Uygun fiyata araba bulamadığını öğrenince, yine yaya kaldığımıza üzüldük ama Kartner Caddesi'nde daha sonra müptelası haline geldiğimiz bir pizzacıda yemeğimizi yiyip biramızı içince, hele ardından bir de sokak göstericilerini izleyip bol bol fotoğraflarını çekince "Ohh değmeyin keyfimize!" haline geldik :) (Fotoğraflar- bendeniz tarafından çekildi ve işlendi. Mola vermiş Noel Baba ve eski zaman kadınının muhabbeti ettiği en son fotoğraf favorim :) )

Yine Kartner Caddesi'nde eski zaman müzisyenleri gibi giyinmiş ve opera-bale bileti satmaya çalışan pek çok bilet satıcısından nihayet bir tanesi bildiği üç beş Türkçe kelimeyle bizi tavladı ve iki bilet satmayı başardı. Akşam 8'de başlayacak konsere kadar şehri tanıma çabalarımıza devam ettik ve bir ara kendimizi kaptırıp turistik şehir turu yapan faytonlara pan (hareketli cisimleri takip ederek fotoğraf çekme tekniği) yaparak fotoğraf çekme becerilerimizi geliştirdik :)













Şehrin belli başlı önemli yapılarını gördükten sonra her şehirde bulunan ve genelde her şehrin en ihtişamlı yapısı olan ve tabi ki Viyana'dakinin daha da bir ihtişamı olan 'Rathaus'un (belediye binası) önünde akşam yemeğimizi yedikten sonra, Doa'cığımın "Vinaya'ya geldik de operaya gitmedik dedirtmem kendime" sözlerinin akabinde biletlerini bir kese para bayılarak aldığımız konsere doğru yola koyulduk. Tabi o kadar çok gezerken otele gidip üstümüzü değiştirmeye fırsatımız olmadığı için ortamda biraz paspal kalmamızın endişesini yaşadık. Dahası, orkestra Mozart'ın o meşhur Türk Marşı'nın çaldıktan hemen sonra, Doa'cığımın milli duygularının kabarmasıyla birlikte gaza gelip ıslık çalarak ve tezahürat ederek beğenisini dile getirmesini takiben benim de gülme krizine girmemle rezilliğimiz katbekat arttı :)) (Konserden fotolar - Doa'cım)


Ertesi gün enteresan mimarisiyle ünlü Freidensreich Hundertwasser adında bir sanatçı tarafından tasarlanmış Hundertwasserhaus'u görerek güne başladık. Daha sonra Tuna kıyısında devam eden günümüz benim önceki günden kalan hayal kırıklığımı da geri de bırakarak son buldu.





Aradığım tablonun -The Kiss- prensin yazlık evi olan Belvedere Sarayı'nda olduğunu öğrenip orada dakikalarca bu tabloyu izleyerek hayal kırıklığımın yerini hayranlığa ve sevincik delisi bir ruh haline bırakmasını sağlayabildim :)

Ve yolumuza Graz ile yine yaya olarak devam ettik...


Hiç yorum yok: